kış
bir kuş dala konduğunda, dal eğilmekten aciz olmaz, toprağa muhtaç bi ağaca bağlı...
bir kuş dala konduğunda,
dal eğilmekten aciz olmaz,
toprağa muhtaç bi ağaca bağlı kalmak zorunda olan dal için kuş;
özgürlüğün en büyük simgesidir çünkü..
her inişimizi bu ‘özgürlük’ simgelerine bağladık,
bir gün kışın geleceğin
kuşun göçeceğini düşünemedik.
***
bazen kar nasıl hazin yağar bilirsin,
kurşuni bir gökyüzünden, ağlamaklı..
düşerken
***
peki,
nasıl istersen.
susabildiğimiz yere kadar susalım.
ama konuşma vakti geldiğinde
susmak en büyük günah olsun.
*
ve bu vakit
dil tutulmalarına inat,
göz göze geldiğimiz an’lardan birinde gelsin.
*
ve biz,
gecenin sabaha yakın saatlerinde
başımızı yastığa koyduğumuzda,
başlamayalım kendi kendine konuşmalara.
o vakit için saklayalım tüm söyleyeceklerimizi.
provasız, suflörsüz, imlasız…
***
sen uçurumken…
“bakamadım gözlerine, uzun uzun…“ demiştim bi’ yerlerde.
yersizmiş.
saniyenin onda biri kadar sürede gözgöze gelmek, uzun uzun bakışmaya
dakikanın onda biri kadar sürede sarılıp ayrılmak, sarılıp uyumaya
yeğlenirmiş
özlediğin çook özlediğin halde çaresizce ayrılma anını beklemek,
ve o an geldikten sonra,
araya 3 adım mesafe girdiğinde ‘özledim’ diye geçirmek içinden,
…
..
.
ve tüm bunları ifade etmeye çalışırken, kurduğun cümleleri tamamlayamamak, yarım bırakmak.
…
..
.
“aşkı bilmiyorum ben” demiştim aynı yerde.
artık biliyorum.
…
ve biz sanmıştık ki sonunda yine iyiler kazanacaktı.
olmadı.
bu defa olmadı.
tilki döndü, dolaştı ve kürkçü dükkanına git’ti.
kürkçü tilkiden daha tilki olmuştu ya, neyse.
…
ve herkes hayatına hiç bi’şey olmamış gibi devam etti.
kimse farketmedi kopan fırtınaları,
kimse anlayamadı nasıl bi absürtlük döndüğünü,
kimse ama hiç kimse dönüp bakamadı yanışbaşlarında olan şeye.
hayat herkes için olağan, durağan devam etti.
…
ve ben birilerinin çıkıp da (benimle beraber) bu işe dur diyeceğini sandım.
herkes görmezden geldi.
çok garipti.
sanki normal bişey gibiydi herkes için.
ve herkes alışmış gibiydi tüm bu olanlara.
durum çok ama çok vahimdi.
….
ve ben yine “aslında iyi çocuk”tum.
ve beni “aslında iyi çocuk” olarak görenlerin “ama”ları var hep.
…
ve şu anda.
tam şu anda yağmur bastırdı.
ve durdu,
yine tam şu anda.
…
ve yine an’ı yakalayamadım ben.
…
ve yine kendime kızdım..
çok sevdik diye çok mu sevilecektik?
çok yazdık diye çok mu okunacaktık?
çok dinledik diye çok mu dinlenecektik?
çok anlattık diye çok mu anlaşılacaktık?
çok kovaladık diye çok mu kaçacaktık?
çok güldürdük diye, çok mu gülecektik?
*
çok değer verdik diye çok mu değer görecektik?
***
yol buysa, yanlış gitmiş.. ~ http://goo.gl/8Osnw
şu anda bulunduğum yere yani sakarya’ya ilk geldiğimde öss’nin 1 hafta kadar öncesiydi, basit geçmişti günler, sınavdan sonra bi’ daha geldim, hayatımın en güzel yazlarından biriydi sanırım. çok eğlenmiştim. daha burayı kazandığım belli olmadan burayı benimsemiştim. amcam ve arkadaşlarıyla her akşam bi’ şekilde bi’ yerlerde geziyoduk, günler boş olduğu kadar gerçekten anlatılmaz derecede iyi geçiyodu.
sonra burayı kazandığım belli oldu, mutluydum, yıllarca bilgisayar mühendisliği istiyorum demiştim son 2 yıl sakarya üniversitesi iyidir demişim, iyiydi yani.
ancaaak, buraya gelip yurduma yerleştiğim gün işlerin o kadar kolay gitmeyeceğini anladım. artık amcam ve arkadaşları yoktu burada, bi başımaydım. yığınla insanın arasında tek başıma kalmıştım.
ilk bir hafta tüm derslere gittim ve her derste insanları inceledim, onlarla ilgili notlar aldım, üniversite ortamı dedikleri şeye adapte olmaya çalışıyordum.
sonra günlerim monotonlaşmaya başladı, uyan, bişeyler atıştır, okula git, çarşıya in, bi’ kitap ya da gazeteyle beraber ithakinin yolunu tut, 22:55’te yurdun kapısında ol.
ithaki benim için çok önemliydi o zamanlar, gerçekten müzik dinleyebildiğim ve ciddi zamanımı geçirdiğim bi yerdi, hemen hergün giderdim.
bunalımda mıydım?. bilmiyorum.. ama normal bi psikolojide olduğum kesinlikle söylenemez.
sonra yavaş yavaş insanlarla kaynaşmaya başladık, bi edebiyat dersi çıkışında şekillendi ilk dostluklar. artık sıkılırken yalnız değildim, bikaç kişi birleşip öyle sıkılıyorduk, olsun ama bunun bile birlikte olanı daha iyiydi.
bi yerden sonra eğlenmeyi öğrendik, canlı müziğe gittik, nargile içtik, bazen şehir değiştirdik bi şekilde yolumuzu bulduk diyelim.
sonra..
sonra bu da sıktı, monotonlaştı…
arayış devam etti monotonlaşma başlayınca, hep bi’ yerlerde bi’ şeyler eksikti..
bu arayış sırasında çok hatalar da yaptım, çok şey de öğrendim.
ama bi türlü o eksik olan şeyi bulamadım.
şimdilerde yine eğleniyorum, oldukça eğleniyorum. eğlencenin, dostluğun olduğu her yerde bi şekilde parmağım var, ama herşeyin sonunda bi ama var.
bi’ de ithaki’ye en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum..
Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna.
Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
Sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
Piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. Kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
İnsaf et Anna!
Gidelim buradan.
Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
Ölelim diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.
Sarılalım diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım, dudakların…
Tamam sustum.
Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak. Yüzüme bak ama Anna, yüzüme bak. Gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
Gözlerim biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
Gözlerim biraz yorgun. İçinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
Bekleyişler Anna. Köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
Hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna.
Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki.
Anna – Tarık Tufan
çaresiz bütün kelimeler,
bir yalan gibi hep suçlu…
***
gecenin sabaha yakın saatlerindeyiz yine,
kelimeler gerçekten çaresiz bu gece.
gün ağarana dek ahenkli bi’ şekilde bi’ araya gelebilmeleri mucize olur sanırım.
olsun..
…
sessizliğin çığlığı,
duydun mu hiç?
sağır eder.
çırpındığını zannedersin ama hareket edemezsin.
haykırırdığını, yardım istediğini zannedersin ama çıtın çıkmaz.
nefesin kesilir.
sonra ‘geçecek’ dersin,
‘hep oldu, hep geçti’ dersin.
geçecek gibi değildir ama.
sonra
çok sonra gözlerini açarsın gün ağarmıştır.
…
hayat sen o kadar acıyı çekmene rağmen devam eder,
daha kötüsü farkında bile değildir senin haykırma, çırpınma çabalarının.
…
sonraki gece başını yastığa koyduğunda tekrar aklına gelir önceki gece,
korkarsın ama kaçamazsın.
sen korktukça onun adımları hızlanır.
sen kaçmak istedikçe o hızlanır.
…
sonra,
hayat devam eder.
sen düşersin,
kalksan da devam eder, kalkmasan da.
hayat hep aynı kalacak, sorun sende.
…
ne demek istediğimi bu kelimelerle anlaman mümkün değil,
bu yüzden çaresiz, bütün kelimeler..
***
içimde hergün ölen,
umutlar var,
olsun…
sana hiç dokunmadım ben,
dokunamadım.
bakamadım gözlerine, uzun uzun…
yanlışlıkla gözgöze geldiğimiz o nadir anlarda bile
kaçırdım, kaçırdık bakışlarımızı
özledim diyemedim sana hiç,
çok özledim ama.
aşık oldum demedim hiç,
aşk’ı bilmiyorum ben,
ama sevdim.
hoş onu da söyleyemedim ya, olsun.
seni ütopyamın ortasına yerleştirdim,
sonra oradan seslendim sana,
duymadın, duyuramadım sesimi.
sadece seni düşündüğüm uzun zamanlar oldu aslında,
ama şimdilerde gecenin sabaha yakın saatleri senin, düşünmek için, sadece.
ordasın hala, farkındayım
ama buradan görünmüyo artık orası…
neyse,
gün ağarmak üzere…
dedim ya aşkı bilmiyorum ben
ama sevdim…
her geçen gün artıyo, karşılaştığımız, selamlaştığımız, konuştuğumuz insan sayısı..
her biri bi yerlere bi’şeylere yetişme çabasında
herkesin bi yerlerde sorunları var
“şu da olsun”lar olmazsa olmaz..
toplumsal, sosyal bi tespit değil bu, herkesin bildiği bi’şey bu,
herkesin bildiği halde vazgeçmediği bi’şey..
“bu yazıyı yazayım, sonra ders çalışcam. sahiden bak.”
sonra bi de ütopyalarımız, ütopiklerimiz var.
dünya üzerinde olmayan şeyleri isteyip,
olan şeylere o olmayan şeylermiş gibi değer verip
üzülmelerimiz var.
“ders çalıştıktan sonra da bi film izlerim, oooh”
ideal’leri bi kenara bırakıp, elde’lere baksak
çözülcek tüm sorun.
ama sorunsuz bi hayat zor olur be,
bu kadar alışmışken 1 gülüp 2 somurtmaya.
yok yok istikrar sürsün, içimizde biriktirdiklerimiz büyüsün.
“filmin üstüne de bir iki mesaj, tamam olduk işte. ne o alaycı bakış, yapıcaz işte.”
yaşamayı unuttuk.
uykumuz kaçtığı için değil de, sadece kitap okumak istediğimiz için kitap okumayalı ne kadar oldu?
ya da herangi bişey yaparken değil de sadece müzik dinlemek için dinlemeyeli? tüm gereksiz düşüncelerden arınmış olarak..
ya da akşam 11de uyumayalı, sabah 5te uyanmayalı, ve sabahın o saatinde dışarıya çıkıp sessiz sokaklarda dolanmyalı ne kadar oldu?
***
bi insan için bi kelebeğin ömrü ne kadar kısa ise evren için de senin ömrün o kadar kısa.
zamanın kalmadı,
yaşa..
ertelemeden yaşa…
“gitmek cesaret ister”
ya “dönmek”?
dönmeye cesaret edebilen görmedim ben.
dön ama sen.
ilk ol.
ilklerimden.